Evet yutması hazmetmesi zor. Farkındalığı artınca insana ağırlık çöküyor.
“Türkiye’de hangi yaşta ne alınıyor biliyoruz. Atıyorum 28’inde bir beyaz yakalı araba taksidine girmiş oluyor. Matrix’te yaşıyor gibiyiz yani, sadece kosmosun çok ilgilenmediği citroen mi alayım ford mu gibi kararlarımız var.”
Ateş İlyas Başsoy’un cümleleri sanki zamanı ağırlaştırıyor. Kararlarımızı kendimiz veriyoruz zannederken aslında otomatik pilotta gidiyoruz diye düşünüyorum dinlerken. Otomatik pilot da kararlarını toplumun çoğunluğuna göre veriyor, buna hem biz başkaları ile kendimizi karşılaştırarak sebep oluyoruz, hem de mahalle baskısı sayesinde şekilleniyor. Hayır, bu cümlenin sonu doğru olmadı. Mahalle baskısının evleneceğimiz veya doğuracağımız zamanı belirlemesine izin veren de biziz. Yani cümlenin doğrusu ‘mahalle baskısına uyarak sebep oluyoruz‘.
Ama kendimiz ne istiyoruz’u duymuyoruz.
Duyamayız ki, duymak için dinlemek lazım.
Dinlemek için zaman ayırmak ve konsantre olmak lazım.
Siz en son ne zaman kendinizle başbaşa kalıp kendinizi dinlediniz?
“Kendimiz diye iyelik eklerini düşünüyoruz: sevgilim, mesleğim, otomobilim, damgalarla dolu pasaportum……”
Sonra sahneye futurist Ben Hammersley geliyor. Bizim yarı robotlar olduğumuzu ve bunu kanıtlayacağını söylüyor. Kaçımız telefon numaralarını hatırlıyoruz? Büyük çoğunluğumuz cep telefonumuz elindeyken bile telefon mu çalıyor diye cebini yokluyor diyor. Bu cihazlarla bütünleşmiş ve onlara bağlı yarı robotlarız.
Ve onlara bağlı bir hayat sürerken, teknolojinin bizi yönlendirmesine izin vererek giderek daha da robotlaşıyoruz. Sürekli eposta ve telefon bildirimleri ile düşünebilmemiz ve yaratabilmemiz mümkün değil.
Oysa bizim işimiz eposta cevaplamak değil ki. Otomatik uyarıcılar bizim düşünme yeteneğimizi sakatlıyor. Kapatın diyor Ben. Bütün alarmları kapatın. Modern ofisler bizi aptallaştırıyor, tüm bu uyarıcılar ve sistemler bizi ele geçiriyor.
İSTEDİĞİNİZ AN teknolojiye uzanın, teknoloji sizi ele geçirmesin. Çünkü teknoloji sizi ele geçirdikçe sadece insana özgü yeteneklerinizi kullanamaz hale geliyorsunuz. O yetenekleri kullanamadığınızda da teknolojiye işini kaptıracak bir robota dönüşüyorsunuz diyor Ben. İleride kamyon şoförü diye bir mesleğin kalmayacağını söylüyor, hiç uykusu gelmeyen bir makine çok daha güvenli… Daha pek çok meslek teknolojiye yenik düşecek. O günlere hazırlık için insana ait yeteneklerinizi geliştirin diyor, ik’cılara da sadece insanın yapabileceklerini yapabilenleri işe almayı öğütlüyor. Ve bir de ofisleri yaratıcılığı öldüren şimdiki düzenden çıkarmalarını.
Bu arada Blanchard’dan Nancy Biggar, aslında herkesin ‘motive’ olduğunu, sadece motivasyonun bir anlamda ‘yönünü’ belirlemenin sorun olduğunu anlatıyor. Motivasyonunuzu doğru yönetebilmek için de ne öğütlüyor biliyor musunuz? Anda olmayı. 60 saniye nefes egzersizi yaptırıyor, anda ve farkında olmazsanız motivasyonunuzu yönetemezsiniz diyor.
Derken Human Group’tan Serdar Gülener. Bizimle bir evlilik terapistinin sorusunu paylaşıyor:
‘Bir daha evlenirsen aynı şeyin başına gelmemesi için kendi bakış açında neyi değiştirirsin? Kendini nasıl yenilersin?’
Evlenirsen kelimesini çıkar hayatındaki herhangi bir ilişki boyutunu koy. Ölümcül bir soru. Kendine doğru yolculuğa sürükleyen… Başına gelenlerde senin sorumluluğunu hatırlatan.
Sonrasında Fazıl Oral. Her birinden bir iç yolculuk (ve dolayısıyla bir yazı) çıkabilecek cümlelerle dolu konuşmasının bir bölümünde, ‘soft skills’ terimine karşı çıkıyor. Sol beyinlilerle doldurdunuz ofisleri o yüzden işler yürümez oldu diyor.
‘Şirketinizi sadece akıllı insanları almayın. O kadar akıllıysa gitsin deney yapsın. Ama bizim üzerimizde değil :)’
Duygusal zekası gelişmemiş okul birincilerini laboratuvarlara davet ediyor 🙂 soft skills lafı kalkmalı, onlar life skills (yaşam becerileri). Konuşmasında o da bizi kendimizle diyaloğa itiyor:
– Doğru, gerçeğin kişisel versiyonudur. İnanç ve varsayımlarımızı test edin.
– Kitaplar hep başarıyı yazar, halbuki başarısızlıktan öğrenir insan. Şampiyonlar kutlama yapar, ikinciler ise şampiyon olmanın yolunu arar. Beyin kaybederek öğrenir.
Akşam kafamda hala yankılanan sözcüklerle evime dönerken, tüm bunlardan geriye şu kalıyor: Kendimizi kaybettik delice arıyoruz. Performans, sonuç odaklılık, başarı gibi kelimeler giderek konuşmalarda daha az vurgulanır oluyor, çünkü bu kelimelerin ardına takılıp sonuç ve sonuçların ölçümlenmesi adına kendimizden çok şey kaybettik. Kendimizle diyaloğu yitirdik, kendimizden sonra çevremizi de tabii, başkalarını da dinlemez, anlamaz olduk. Ve şimdi herkes bir ağızdan kendimize davet ediyor bizi.
Bir zamanlar barbie bebeklerle herkesi tek tip olmaya zorlayan dünya, şimdi monster high bebekleriyle ‘acayip’ olmanın peşine düşüyor, herkes tek ve özel olabilir, kendini bul diyor. Ve hem kendi acayipliklerini, hem başkalarınınkini olduğu gibi kabullen, saygı göster…
Aşağıdaki tanım Ateş İlyas Başsoy’un sunumundan:
Koçlar değer ve güçlü yönlere odaklanıp danışanlarına şu evrende tek ve özel olduğunu gösterip, gücünü tekrar kazandırıyor. İnsanları özüyle geri bağlantıya geçiriyor.
Sözün özü, kendinize dönün. Önce kendinizle, sonra etrafınızla iletişiminizi yeniden kurgulayın: açık, samimi, saygılı.
Şu sorular belki sizi bu yolculuğa hazırlar:
– Kendinize ne kadar değer veriyorsunuz?
– Kendinize verdiğiniz değere göre kendinize ayırdığınız zamanı nasıl buluyorsunuz?
– Kendinizi nasıl dinliyorsunuz? Şu an size ne diyor? En derin arzuları ne?Siz gerçekte şu hayattan ne istiyorsunuz?
Not: Fazıl Oral’ın kongredeki konuşmasıyla benzer noktalara vurgu yaptığı TEDx konuşması