Birkaç sene önceydi.
Şirkete girdiğinde pırıl pırıl parlayan gözleri, kocaman bir gülümsemesi vardı.
Bir de her konuda fikri. Her toplantıda, hatta bırak toplantıyı, kapı aralığından duyduğu konuşmada burnunu uzatıyor, gözleri kocaman kocaman birşeyler öneriyordu.
Birkaç sene önceydi.
Heryerlerde ‘Y jenerasyonu’ efsanesi konuşulmaya başlamıştı. Makaleler dolaşıyor, eğitimler alınıyor, ancak sonuçta çay içerken ‘şımarıklar bunlar, saygısızlar da, daha ne yaptığımızı bilmeden bir de şöyle yapalım demiyorlar mı…’ diye yöneticiler birbirlerine kendi departmanındaki kocaman gülümsemeli parlayan gözlü çocuğu anlatıyorlardı.
Yetkinliğin en sevdiğim tanımıdır: Yetkinlik, bilgi ve becerinin davranışa yansımasıdır der Mehmet Namık Aydın, nam-ı diğer sevgili MNA. Yöneticiler Y jenerasyonuna farklı davranılması gereksinimi hakkında bilgilendirilmişler, ama bunu yetkinliğe çevirememişlerdi. Yani davranışa. Davranışları hala aynıydı.
Yadırgamak mümkün mü, o toplantılarda ses çıkarabilmek için senelerce sıralarını beklemişlerdi. Şimdi dünkü çocuklar gelip utanmadan onlardan önce üstelik de güzel fikirler sunuyorlardı. (Hakikaten bunlar bu kadar çok şeyi nereden öğrenmişlerdi??)
Birkaç sene geçti.
Önce yüksek perdeden konuşan sesi cılızlaştı. Toplantılarda fikrini söylerken ürkekçe etrafına bakan, destek bekleyen gözler eski parlaklığını yitirdi. Gülümsemeler seyrekleşti. Konuşmadan önce iki kere düşünmeye başlamıştı. Belki de çok iyi fikir değildi? İyi bir fikir olsa başkalarının aklına gelmez miydi?
Birkaç sene geçti.
Bu şımarıklardan şirkete yenileri gelmişti. Ama artık çok şımarık gibi gelmiyorlardı. Alışmış mıydık acaba? Zaten evde oğlan da benzer bir karakter sergiliyordu. Aslında renk gelmişti biraz da ofise. Eskiden olmayan bir samimi ortam, daha direkt bir iletişim falan. Ama o ilk giren var ya, onun performansı çok düşmüştü. İlk girdiğinde patır patır yeni fikirler sunan çocuk artık garip bir sessizlik içindeydi…
İşte bu çocuklar var ya, y jenerasyonunun işyerlerindeki ilk temsilcileri. Onlar evin ezilen ilk çocukları gibiler. Hani anne babanın ebeveynlik öğrenip herşeyi kastığı, izin vermediği. İkinci kardeşin haftada 2 kez arkadaşında kaldığını burnunu çekerek seyreden, ama arkadaşında kalmasına hiç izin verilmemiş… Anne babasının ‘aman birinciyi sıktık da ne oldu, değmezmiş, ikinciyi rahat yetiştireceğiz’ dediği birinci, gariban denek.
Bu çocuklara istemsizce karşı koyduk. Biliyorduk açık fikirli olmak gerektiğini, biliyorduk farklı bakış açılarının değerli olduğunu, ama bilmek henüz yetmemiş, özümsememiş, davranışlarımıza yansıtmamıştık.
Bu çocuklardan sonra gelenler çok şanslı. Onlara yolu açan, bu değişime yöneticileri ‘hazırlayan’ bir öncü birlik var.
Sizin ekibinizde var mı ‘öğrenilmiş çaresizlik‘ içine attığınız biri? Gülümsemesi ve gözünün parlaklığı da aynı olmayan? Eskisi kadar konuşamayan? Yaratamayan? Hafiften kaybolan?
Barışın onunla. İçtenlikle. Yöneticilik her daim dimdik ve güçlü olmak değil, yeri geldiğinde hatayı da kabul etmekte geçiyor. Çünkü yönetici de insan, eskiden unutulmuş olsa da gerçek bu, hatalarıyla insan.
Barışın onunla. Çünkü ona borçlusunuz. O, sizin bugün ondan sonra gelenlerle kurduğunuz ilişki için büyük bir bedel ödedi: özgüvenini zedeledi. Ona özgüvenini kazanması için yardım etmeyi borçlusunuz…
Not: Sen bir yönetici değil de gülümsemesi solmuş bir Y isen, hemen şimdi ne büyük bir misyon gerçekleştirdiğinin farkına var, ve sesine geri kavuş. Kendin için 🙂
[…] yapılabileceğini düşündüğümüz ne varsa sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Ancak fikirler dinlenmedikçe, o iş burada öyle olmaz dendikçe, hiyerarşi değişime karşı durdukça motivasyonumuz yavaş […]