Covid salgınının en başından beri kendini korumaya çekebilen şanslılardanım ben. Yönetiminin bir parçası olmaktan gurur duyduğum kurum, her daim insanı ön planda tuttuğunu bu krizde de gösterdi, hem her türlü önlemi aldık hem de olabildiğince evlere çekildik, salgın hız değiştirdikçe farklı modeller denedik, işlerimizi temposunu hiç düşürmeden takip ettik.
E tabi bu süreç işim gereği iş yükümün inanılmaz artmasına yol açtı. Belirsizlik içinde sürekli yeni problemler yeni kararlar gerekmesi zorluyordu. Bir anda kendimi evde, artmış iş yüküme ekli yeni yüklerle buldum:
- temizlik için yardım alamıyordum, üstelik hep evde olduğum için ev daha çok kirleniyordu
- dışarıdan yemek isteyemiyordum
- kızım da evde olunca onunla da ilgilenmeye zaman gerekiyordu
Bu covid de cinsiyetçi çıkmıştı. Biz kadınların elinden tüm destek sistemlerini alıvermişti (şurada muhteşem bir analiz var). Üstelik sosyal hayat da sıfırlanmış, arkadaşlarımı da göremez olmuştum.
Bir gece rüyamda ertesi gün yapılacak önemli bir toplantıyla ilgili 8 kez kabus görünce oturup düşündüm. Bu sürdürülebilir değildi. Ne olmuştu? Evle ilgili işleri de yüksek performans kriterlerime dahil etmiştim. Evde bir dağınıklık olması, bir bardağın yerinde olmaması bana görevimi eksik yapmışım hissi veriyordu! Ah bu psikolojimizin oynadığı oyunlar.. Çıtamı düşürdüm. Bu uzun soluklu bir savaştı, önemli olan kritik işleri iyi yapmak ama soluksuz kalmamaktı. Farkına varınca rahatlama da geldi zaten.
Bir süre sonra hayatıma renk katan bir şey keşfettim: Monologue Stories. Fransız Limoges porseleninden incecik bardaklar yapıyordu. Nasıl estetik, nasıl güzel… her biri kendi şahsına munhasır, çünkü hem yaratıcısı keyfine göre yeni desen ve renkler deniyordu, hem de bardaklar incecik olduğu için yüksek ısıda deforme oluyorlardı.. Hemen almaya çalıştım, ama o da ne? El yapımı ürünler haftada bir satışa çıkıyordu ve hemen tükeniyordu. Sabırla satış gününü bekledim. Ürün seçtim sepete attım ödemeye geçtim: stok yok. NE? Nasıl yani?
Ertesi hafta aynısı. İçimden kabaran öfkeyi hissedebiliyordum. Birden ayıldım: Öyle alışmıştım ki pat iste ertesi gün gelsin, bu sanat eseri bardakları beklemeyi bünyem kaldırmıyordu. Tüketim canavarlığımı iliklerimde hissettim. El yapımı ürün olmasının bedelini ödemeye yanaşmayan hallerimi gördüm. Sonrasında siteyi çalıştım, strateji geliştirdim, üçüncü hafta ilk bardağı kaptım 🙂
Bardaklarım gelince fark ettim ki, evimdeki kahve keyfimi katladı bu bardaklar.. Uzun çalışma saatleri, arkadaşlarla sokaklarda buluşmalar derken ben evimden uzaklaşmışım. Evimde bana ne iyi gelir sormayı unutmuşum..

O arada bu sefer de Miras Ceramics’i keşfettim. O da Fransız Limoges porseleninden üretim yapıyordu, yaratıcısı Enhar Hanım sıcacık da iletişim kuruyordu, incecik muhteşem tabaklar… Güzelim renkler… Sahi, en son ne zaman tabak almışım evime?? Renkli güzel tabaklar kaseler aldım, yine sabırla üretimlerini bekledim…
Tabaklarım bardaklarım geldiler, inanılmaz keyifle kullanıyorum, sürekli resimlerini de çekiyorum falan :)) derken fark ettim ki, bu porselen olayında beni çok çeken bir şeyler var… bana iyi gelen… belki de bu stresli günlerde… neden olmasın?
Vee, yine instagram’dan bu sefer de seramik atölyesi buldum. Mehmet Eren Eskikan, evinde küçük bir salonda ders veriyordu, pandemi nedeniyle de derse sadece 2 öğrenci alıyordu, dersler maskeyle yapılıyordu… Ve seramiğe başladım!
İlk gün gittim, Eren hocam çamurları uzattı bize. Yoğurun.
Olmadı.
Eren hocam geliyor bak şöyle yap parmakları birleştir falan. Olmuyor.
İçimden kendimle kavga etmeye başladım. Yahu çamur yoğurmakta ne olabilir? NEDEN olmuyor bu?
Sonra elimi kolumu yönlendirmeye çalışırken bana dedi ki: Nedir bu kollarındaki gerginlik? Biraz rahat bıraksana…
Yine bir farkındalık… Diyemedim ki ben kurumsaldan geliyorum, ekibe hata için alan açarım ama ben hata yapamam, ben becermeliyim her şeyi.
Bir seramik atölyesinde bir yolculuğa çıktım, uzun zamandır kendi konfor alanında kalmış biri olarak, kendini işi ile fazla özdeşleştirmiş biri olarak bir hiç oldum, bilmediğim sıfır olduğum alanda, beni tanımayan kişilerle. Bünyem geriliyor arıza veriyordu. Ama anlamıştım ya ne olduğunu, içimdeki agresyon ve direnç ikinci üçüncü haftada kendini bırakıverdi.
Elimizle bardak-kase benzeri şekiller yaparak başladık. Hocam daha “düzgün” yapmak üzere bizi yönlendiriyordu, ama benim elim “düzgün”e alerjikti artık. Bırakın beni ben yamuk çalışacağım dedim. Monologue’u anlattım. Belki de artık hayatımın böyle bir evresindeyim. İnsanları zayıf yanları ve biriciklikleri ile kabul ettiğim, değerli bulduğum dönem, hadi hep beraber gelişelimmmm dönemlerim geride kaldı (gelişelim yine de kendi hızımızla kendimiz istersek :))
İşte bu bardaklar tabaklar da benim beceriksiz ellerimi yansıtsın, araçlarla standart şekillere dönüşeceklerine… Hatta Kintsugi de yapacağım ben, Kintsugi with Emma diye de bir hesap buldum, oradan kit aldım, Japonların kırıkları altınla onararak birleştirme sanatı. Kırıklarıyla güzel çünkü herşey. Ne demişti Cohen:
“Kusursuzluğu unutun. Her şeyde bir çatlak vardır, ışık içeri böyle girer.”

Seramik serüvenimin paralelinde başka bir hikaye de akıyordu. Mutfağı hiç sevmeyen (yani sevmediğini zanneden) ben, yeni hesaplar keşfetmiştim, Bengi Kurtcebe eğlenceli yapım videoları koyuyor, dolapta ne varsa diye esneklik sunuyor, deneyin en kötü ne olabilir diyordu. Bazen ilk denemelerinin işte beceremedim diye fotoğraflarını koyuyordu. Yemek yapmanın keyfine tanık oluyordum.. hem gerçekten, en kötü ne olabilir ki?
Arkasından Sema Özpekmezci’yi keşfettim. Sağlıklı beslenmeyle ilgili yönlendirmeler. Tertemiz ve çok basit tarifler, motive edici sözler, yanlış yapmayasın diye konmuş kıvam videoları…

Ve bir gün kendimi karabuğday unundan lavaş açarken buldum… merdaneyle değil tabi ki elimle… Eren Hocam bu paralelliği elimin kolumun farklı kaslarını kullanmama da bağlıyor. Ekmek, un, şeker, tümünü bıraktım. Kendi lavaşımı yapıyor ve tertemiz yiyecekler hazırlıyordum. Mutfağı sevmiyor değilmişim ki ben?
Ya da bu yeni bir ben 🙂 Tanıştığıma çok memnun oldum canım.